Geçen hafta güzel bir yolculuk yaptım. SWP'nin (Sosyalist İşçi Partisi) Atina'daki Marksizm Günlerine gittik. Arabada kaptan Yorgo vardı. Bir de klasik müzik yorumcusu ve radyo programcısı bir hanım. Taşkent'de doğmuş. Çünkü komünist babası, Yunanistan'daki İç Savaş yenilgisinin ardından Sovyetler Birliğine sığınmış.
Bir akşam önce Eneken kültür merkezinde bir çocuk kitabının tanıtım toplantısı varmış: ''Parkinsonlu yaşlı bir hanım yazardı. At şeklinde bulutlar arasında gezen çocukların ilginç bir öyküsü. Freudien çağrışımlarla dolu. Kızı da geldi. Tiyatro yönetmeni, biraz sert bir kız. LGBTİ. Çok renkli bir toplantı oldu. Fellini filmi sahnesi gibiydi etraf''.
Neyse... Atina Hukuk Fakültesi binasında, 10-15 farklı salonda çeşitli konuların tartışıldığı Marksizm Günlerine vardık. Yorgo, ''Sovyet Sanatının Bugünkü Yansımaları'' konulu panelde konuşmacı. Bir amfiye girdik. Yorgo sahnedeki yerini aldı ben de arkalarda bir yere oturdum. Şansıma bir çocuk yanındaki kıza İngilizce tercüme yapıyor. Bir süre sonra onlara iyice yaklaşıp ''Ben de Yunanca bilmiyorum, dinleyebilir miyim?'' diye sordum. Tabi, dediler. Sonra kısa bir ara oldu. Yunanca bilmeyen genç kız bana bir süre baktıktan sonra Türkçe ''Siz Ragıp Duran'a çok benziyorsunuz!'' demez mi? ''Evet çok benzerim'' dedim. Sonra düşündüm, keşke ''Kim? Kime benziyormuşum?'' deseymişim...
Koca binadaki tek Türkiyeli imiş. Kan mı çekti ideoloji mi?
Öğlen de ilginç bir kadınla Acropolis'in oradaki lüks bir lokantada yemek yedik. Platon uzmanı bir felsefeci. 70li yıllarda Paris'te okumuş. Costariadis ve Poulantzas'dan ders almış. 10 yılda iki eşini kaybetmiş. ''Otopsi yapıldı. Doğal ölüm'' dedi. Hem böyle hüzünlü hem de hayatı gırgıra alan değişik bir şahsiyet. Nazım Hikmet, Yaşar Kemal ve Aziz Nesin okumuş. Türkiyeli olduğumu öğrenince, ilki kadın bir mimar diğeri sinemacı erkek, iki Türk dostunu tanıyıp tanımadığımı sordu. O yıllarda ben de Fransa'da üniversitede öğrenciydim. Tanımıyordum. Sözünü ettiği Türkiyeli kadın, bizim Yunanlı kadından sürekli olarak Atina'nın, Kıbrıs'taki Türk ordusunun varlığını tanımasını talep ediyormuş. Tanıdığı Türkiyeli adam da, Abdullah Öcalan Yunanistan'a gittiğinde, eski arkadaşını aramış ve Öcalan'ın derhal Türkiye'ye iadesini talep etmiş. Açıkçası garipsedim. Çünkü yeni tanıştığım Yunanistanlı kadın solcu, böyle insanlarla nasıl olur da dostluk kurmuş diye düşündüm. Türklerin büyük bir çoğunluğu, bilhassa yurtdışına çıkınca hemen Büyükelçi giysilerine bürünüp tanıdıkları yabancılardan âli devletin bekası uğruna olmadık taleplerde bulunuyor anlaşılan. Milliyetçilik ve devletçilik yurtdışına çıkınca level atlayıp doğal refleks haline geliyor galiba.
Akşam, Istanbul'da 80'li yıllarda gazetecilik yapmış iki Rum arkadaşımla bir kaldırım lokantasında Türkî muhabbetlere girdik: Atina-Ankara ilişkileri, Yunanistan'daki 8 ''darbeci'' asker, Edirne'de tutuklu iki Yunanlı sınır muhafızı, Gülen Cemaati, Erdoğan... Kâh Türkçe kâh Yunanca süren bu konuşmalarda iki ülkenin birbirine ne çok benzediğini ve ne çok benzemediğini anlıyor insan. Yunanistan Uzun Adamsız ve gayri müslim bir Türkiye sanki. Ayrıca Türkiye, Yunanistan'ın medeni olmayan bir versiyonu gibi.
Yorgo'dan tarihi bir olay hakkında hatırlatma: Yunan ordusu, Sovyet devriminden bir yıl sonra, kalabalık bir Yunan cemaatinin yaşadığı Ukrayna'ya bir harekat düzenlemiş. Maksat oradaki soydaşlarını ''Bolşevizm'in pençesinden'' kurtarmak. Başarısız olmuş bu operasyon çünkü o bölgedeki Yunan diasporası Bolşevik iktidardan memnun. İlginçtir, bu operasyona katılan birlikler bilahare Küçük Asya'ya (Anadolu'ya) yapılan harekata katılıyor. Orada da amaç benzer: Anadolu Rumlarının ''Mustafa Kemal'in pençesine düşmesini'' önlemek. Bu harekat da başarısız... Gericilik, saldırganlık, yayılmacılık belki çoğu zaman kurtarıcı postuna bürünüyor ama zamanı ve mekanı yok. Her zaman her yerde milliyetçi, gerici, saldırgan.
Ertesi gün yolda nasıl başladı hatırlamıyorum, imaj, görmek, bakmak konularına eğildik. İmaj felsefecisi Marie-José Mondzain'i ve Şerif Mardin'i hatırladım ben. Yorgo da Frankfurt Okulunu, Adorno'yu sonra da Baudrillard'ı. Otoyolda ilerleyen arabamız sanki seyyar bir felsefe-siyaset tartışma klubü. SSCB'de Stalin'in lanetleyip tasfiye ettiği eski Bolşeviklerin fotoğraflardan neredeyse kazınarak silinmesi, bir zanlının emniyete geldiğinde ilk iş olarak vesikalık fotoğrafının çekilmesi, ki burada fotoğraf makinesi bir baskı aracı haline geliyor, Mobese öncesi dönemlerde gözün en önemli denetleme aracı olması, yerleşik düzene karşı başkaldıranların (Sıradan bir hırsız ya da Komutan Yardımcısı Marcos) yüzlerini maskeyle gizlemesi...
Atina'yı anladık da başlıktaki Kundera nerede diye soracaksınız. Haklısınız. Bizim Yorgo, Selanik'ten arkadaşlarıyla toplantılara giderken, arabada hep bu tür sohbetler olurmuş. Bu nedenle de arkadaşları şoföre, Milan Kundera ismini münasip görmüş.